Organik müziğin annesi

Geçtiğimiz günlerde ikinci albümünü çıkaran Fulya Özlem ile Müzikteki ve Dünyadaki seyahatleri hakkında konuştuk...

1 - Çok yönlü bir sanatçı olduğunuzu biliyoruz, film yönetmenliği, bestecilik, ses sanatçılığı, söylediğiniz şarkılara kendi enstrümanınızla eşlik etmeniz, müzik eğitiminizin temelleri nereden kaynaklanıyor, müzikle nasıl tanıştınız kimlerden eğitim aldınız?

Müzikle çocukken tanıştım. İlk enstrümanım mandolindi. Müzik öğretmeni olan annemin çalıştırdığı çocuk korolarına özenip mandolin çalmayı öğrendim. Sonra Türk Sanat Müziği tarzında keman çalmaya başladım. Ben de o, çocukluğu musiki cemiyetinde geçen ve makamlarla, usullerle küçükken haşır neşir olan çocuklardan biriyim. Sonra ortaokul sıralarında rocker oldum, Türk Musikisi’nden bayağı uzaklaştım. Sonra dünyadan folk müziği gruplarını ve ozan şarkıcıları dinleyerek gitgide yumuşadım; kendimi ifade ettiğim müzik de folk olmaya başladı. Üniversitedeydim ve İrlanda, İngiliz ve İskoç Folk Baladları söylüyordum, kemana dönüş yapmıştım ama bu sefer İrlanda Folk müziği çalıyordum. O dönemde bir kaç ay Şebnem Ünal hocamdan şan dersleri aldım, harika bir yönlendirmeydi benim için. Ve tabii inanılmaz miktarda Pentangle, Steeleye Span, Sandy Denny, Joan Baez vb. bir de Rönesans ve Erken Dönem Müziği dinliyordum, bazen şaka yollu : “Benim şan hocam Jacqui Mc Shee(Pentangle’ın solisti), ama kendisi bunu bilmiyor” diyorum.

Sonra, yani yıllar sonra, İ.T.Ü Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda Müzikoloji doktorası yapmaya başladım, çocukken sezgisel bir biçimde öğrendiğim Türk Musikisi’ni daha yakından tanımak, teorisini ve pratiğini daha iyi duyup, değerlendirebilmek istemiştim. Çocukluğumdaki ilk hocam Mehmet Kocaman’ın dediği gibi : “Aslıma rücu ettim”. Bu yolda da pek çok değerli hocam oldu : Necati Çelik, Yurdal Tokcan, Bekir Şahin Baloğlu, Sokratis Sinopoulos, Ahmet Erdoğdular, Efren Lopez, Eugenios Voulgaris... Girit’teki Labyrinth Müzik Okulu’nun , OMAR(İstanbul Üniversitesi Osmanlı Müziği Araştırmaları Merkezi)’daki Osmanlı Müziği Workshop’larının, İkaria’daki, Agios Lavrentios’taki Müzik Köyleri’nin gediklisiyim. Bu, işine aşık gönüllü müzisyenlerin dünyaya bir güzellik katmak için oluşturduğu, dünyanın her yerinden müzisyenlerin katıldığı, ultra demokratik ve ilham verici müzik kurumlarına bayılıyorum!!
 

Berlin’de yaşadığım yıllarda da(2008-2012) Amanda Simmons ile Rönesans ve Erken Dönem Müziği şarkıcılığı üzerine çalıştım. Buenos Aires’te de Sonia Ursini’den Tango şarkıcılığı ve folklore stili üzerine dersler aldım.

2 - Ailenizde müzisyen olan, size bu müzik dolu genleri bırakan kimdir? 

Annem. Kendisi müzik öğretmeni, mandolin, ud ve piyano çalar, korolar çalıştırır, korolarda şarkı söyler... Şu an OMAR’da  Müzikoloji lisansı okuyor yeniden. Ondan müzik dolu genlerin yanısıra “hayallerini gerçekleştirmenin yaşı yoktur geni”ni de aldım sanırım, ikimizin de en büyük hobisi öğrenmek...

3 -  Türk müziğini dünyanın çeşitli müzikleri ile harmanlayarak kendinize özgü bir tarz ortaya koyuyorsunuz, Müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Bir çeşit folk-caz yaptığınızı söyleyebilir miyiz? 

Doğru evet, bir çeşit folk-caz yapıyorum. Gezdiğim ya da hayatımın o döneminde iç içe olduğum bir yerin müziğiyle, kendi köklerimde olan, daha konuşmadan önce kulağıma yerleşmiş olan müziği farkında olmadan, ister istemez harmanlıyorum, bunu da bir ensemble mantığı içerisinde yapmak hoşuma gidiyor. Aslında ben, müziğimi, “Organik Müzik” olarak tanımlıyorum, hayatımı ve dünyamı yansıtan müziği o dünyayı paylaştığım müzisyen arkadaşlarımla birlikte çalıyoruz, düzenliyoruz, yapıp, bozup, yeniden yaratıyoruz.

Teknik olaraksa Alba için mesela, solo bölümünde buralı sazlar ağırlıkta olan –kanun, keman, darbuka v.b.- latin caz ensemble soundu diyebiliriz. Ama pek de dinlediğim bir şeye benzemiyor açıkçası. İyisi mi dinleyenler kendi kararını versin…

4 - Yurt dışında sahne aldığınızı biliyoruz, Yurt dışındaki faaliyetleriniz konusunda bilgi verir misiniz? 

Berlin’de yaşadığım dönemde(2008-2012), bugün de sürdürdüğüm pek çok farklı grubun temelleri atıldı. Fulya Özlem Band’le şehrin önemli konser salonlarında ve festivallerinde çalar, çevre illere konserlere giderdik, Werkstatt Der Kulturen, Karneval der Kulturen gibi mekan ve festivallerde düzenli olarak sahne alıyordum. Patricio Zeoli ile İspanyol Rönesans Müziği çaldığımız Duo’yu da o esnada kurduk. Kendisiyle Estonya’dan Almanya’ya çeşitli Erken Dönem Müziği festivallerinde sahne almaya devam ediyoruz.

 2012’de Girit’teki Labyrinth Müzik Okulu’ndaki arkadaşlarım Alexander Pewlo, Natalia Martin ve Diego Lopez’le Kelebek isimli grubu kurduk. Repertuvarımızda Sefarad şarkıları, Girit ve Yunan geleneksel halk şarkıları ile benim ispanyolca sözlü makam özellikleri gösteren bestelerim var. Onlarla Madrid, Toledo ve İspanya’daki çeşitli kültür merkezleri ve Sinagoglar’da geçtiğimiz iki yılda pek çok kez sahne aldık.

Yunanistan ise, Yunanca öğrendiğimden beri ikinci anavatanım gibi oldu, daha bu Mayıs’ta Mesogeiotopeia festivalinin davetlisiydik diğer grubum Taş Plak Kumpanyası ile. Yine Ağustos’un ikinci haftasında Agiassos Festivali’nde çalacağız. Orada Taş Plak Kumpanyası ile 20inci yüzyılın başından Şehir Musikisi çalıyoruz: Türk Tangosu, fokstrotlar, kantolar, fasıl şarkıları, şehir türküleri…

Son albümümü Şilili müzisyen dostlarımla kaydettim, yakında Santiago de Chile’den bildirebilirim J

6 - Bu hafta çıkan ikinci albümünüzü bize tanıtır mısınız? Albüm tamamen kendi bestelerinizden mi oluşuyor?

Alba, benim İspanyolca yazmış olduğum şarkılardan oluşan bir albüm, düzenlemelerini Şilili caz müzisyenleri Rodrigo Santa Maria ve Luis Barrueto yaptı. Müzikal prodüksiyon (yani müzikal yönetim diyelim) de yine Rodrigo Santa Maria’ya ait. Bu iki müthiş müzisyenle Berlin’de tanıştık, yazdığım, folklore yani Güney Amerika Halk Müziği’ni, Türk Müziği’nin makamsal melodi ve kadanslarıyla buluşturan şarkılar ve hafiften kabare çağrışımı yapan sözler ilgilerini çekti ve birlikte çalışmaya başladık. Bir yıl sonra İstanbul’da ve Şili’nin Santiago kentinde albümün kayıtlarını tamamladık. Alba’da iki tane de “cover” şarkı var: Cotidiano isimli Chico Buarque şarkısının sözlerini Türkçe’ye uyarladım-Gündelik Aşk- ve Rodrigo Santa Maria, solo enstrüman olarak kanun kullandığı harika bir düzenleme yaptı bu şarkı için. Bir de Carlos Gardel’in “Sus Ojos Se Cerraron” isimli tangosunu Afro-Peru ritmleri ile Luis Barrueto düzenledi. Albümün kapağındaki ve içindeki ilüstrasyonlar da Öykü Doğan’a ait : onun sayesinde bu albüm sadece işitsel deği görsel bir ürün de oldu, çünkü ben bu şarkıların dünyasını daha güzel, daha renkli anlatabilecek çizimleri tasavvur dahi edemezdim. Şu anda Alba, içinde çok kültürlü müzik ailem dediğim müzisyen dostlarımın çaldığı, üzerinde iç dünyamın resmedildiği, hayatımdan rengarenk bir kesit benim için…

7 - İlk albümünüzden ikinci albümünüze olan seyahatiniz sizi nereden nereye götürdü ?

İrlanda’dan, Güney Amerika’ya! Ama kalbimde hep Türkiye’nin şehir müziğini taşıdığımı duyabilirsiniz şarkılarımda. İlk albümümde daha çok İngiliz Folk Müziği ve Cazdan etkilenmiş bir musiki cemiyeti çocuğu olduğumu düşünürdünüz.

 Geçen yıllarda şiir anlayışım daha maceracı oldu, sözlerle müzik arasındaki etkileşime dikkat çeken küçük şakalar yapmaktan hoşlanır oldum. Örneğin İp Cambazı-El Equilibrista isimli şarkıda ip cambazının yere düşüşünü müzik de anlatıyor, ya da La Tardia yani Geciken isimli şarkımda, şarkının ritmi, sözlerle paralel olarak bir kaç ölçü boyunca değişip sonra normale dönüyor.

Arada bir iki dil öğrendim mesela, o dildeki müziklerden etkilendiğim için. Bu da beni bambaşka yeni yolculuklara çıkardı. Mesela İspanyolcada yetkinleştikçe ve seyahatlerimi yoğunlaştırdıkça, Güney Amerika müziği beni Bossa Nova’dan, Nueva Cancion geleneğine, Folklore’den ,Forro’ya ve  canta-autor (ozan şarkıcı) ilahlarıma (Violeta Parra, Victor Jara, Atahualpa Yupanqui, v.b.) kadar bir sonsuz şarkılar evreninde gitgide daha çok etkilemeye başladı. En sonunda da bu yeni sesler kendi müzikal ifademde yerlerini aldılar …

Ayrıca bu süreçte bizim müziğimizi de daha yakından tanımaya başladım, insan kendi köklerindeki müziğe ne kadar derinden nüfuz ederse, bir başka yerin müziğiyle bir ahenk yakalama ihtimali de o kadar fazlalaşıyor bence.

Neticede seyahat etmeyi seven İstanbullu bir dünya vatandaşıyım, müziğimde de bunu yansıtıyorum sanırım…